20 Haziran 2009 Cumartesi

5 Haziran 2009 Cuma

Adanalı 'nın 29. bölümünü izle

Adanalıda 29.bölümde neler olacak

adanalı seyret
adanalı 29 bölüm seyret
adanalı en son bölüm

31 Mayıs 2009 Pazar

Oray Eğin'in yayınladığı tekzip

Mahmut Övür, Eğin'i mahkum etti. 'Cevap ve düzeltme'yi de Eğin'in köşesinde yayınlattı. Cevapta neler yok ki!

Aktifhaber'de yer alan habere göre, Sabah Gazetesi Yazarı Mahmut Övür, Akşam Gazetesi Yazarı Oray Eğin'i hakkındaki yazdığı yazı nedeniyle mahkum etti. Cevap ve düzelme metni Oray Eğin'in Akşam'daki köşesinde yayınlandı. Övür Eğin'e demediğini bırakmamış.

İŞTE O CEVAP VE DÜZELTME

Oray Eğin/Akşam

Cevap ve düzeltme metni

ORAY EĞİN GERÇEĞE AYKIRI YAZMAYI VE GERÇEKLERİ ÇARPITMAYI TEMEL ALIŞKANLIĞI OLARAK SÜRDÜRÜYOR!


Gazetenizin 15 Ocak 2009 günlü nüshasında yayınlanan ve Oray Eğin tarafından kaleme alınan 'Kim Bu Kirli Gazeteci?' başlıklı yazıda müvekkil Mahmut Övür'ün kişilik haklarını ağır bir biçimde ihlal eden yalana ve çarpıtmaya dayalı bir yazı yayınlanmıştır.
Anılan yazı, 13 Ocak 2009 tarihli 'Neo-Ergenekon Örgütünün Medya Şemasını Açıklıyorum' başlıklı yazının devamı olarak kaleme alınmıştır. Bir önceki yazısında da müvekkil ile ilgili olarak hakaret, aşağılama ve iftira niteliğinde ifadeler kullanan yazar, cevap ve düzeltme talebine konu bu yazısında da aynı tavrı göstermekten çekinmemiştir.

İfade özgürlüğü düşünce açıklamalarını en geniş biçimde korumaktadır, ancak bu korumanın sınırı 'somut gerçeklik'tir. Gerçeğe aykırı hiçbir ifade bu kapsamda korumadan yararlanamaz. Kişilik haklarına saldırı olarak değerlendirilen her anlatım biçimi gerekli yaptırımlarla karşılanır. Gazeteci olmak başkalarına hakaret etme imtiyazı sağlamaz. Esasen gazetecilik, en ağır eleştirileri dahi kişilik haklarını ihlal etmeden ifade etmeyi başarma becerisidir. Bu nedenle gazetelerde yazan her kişi gazeteci olma sıfatına layık görülmez. Ve bu nedenle Oray Eğin'in yazdıkları gazetecilik değil, gazete sütunlarını kullanarak yapılan saldırganlıktır.

Yazar, müvekkil hakkında değil gazetecilik etiği, en basit ahlak kurallarıyla dahi bağdaşmayacak ifadeler kullanmış, üstelik bunu gazetecilik sıfatı ile gazete sütunlarını kullanarak gerçekleştirmiştir. 'Hiçbir işe yaramayacağı..., hiçbir şeyi beceremeyeceği..., ergenekon hakkında atıp tutar, toto oynar..., bir köşeye atılmış..., artık kimsenin önemsemediği..., basın kaybedeni..., acınacak durumdaki bir kişi..., foseptik yazarı...' gibi ifadeler müvekkilin kişilik haklarına ağır saldırı oluşturmaktadır. Bu saldırıya hukukun gereken yanıtı vereceği açıktır.

Yazar ayrıca Müvekkilin Milletvekili adayı olmak istediğini, ancak Deniz Baykal tarafından bu isteği kabul edilmeyince sistematik olarak Deniz Baykal aleyhine karalama kampanyası başlattığını keşfetmiş! Öncelikle, bahsedilenlerin somut gerçeklikle uzaktan yakından ilgisi olmamakla birlikte, yazarın kendi yazdıkları arasında mantık hatası bulunduğunu da belirtmek gerekir. Yazar büyük bir kafa karışıklığı yaşarcasına veya kötü niyetli bir kasıtla ana muhalefet partisi başkanı Deniz Baykal ile Ergenekon terör örgütünü yan yana koymuş, müvekkilin Neşe Düzel ile gerçekleştirdiği röportajda Ergenekon hakkındaki beyanlarını Deniz Baykal'a muhalefet olarak algılamıştır; üstelik Mahmut Övür Deniz Baykal veya CHP'den hiç bahsetmemişken.

Böylesi bir sonuca varmak, niyeti bir kenara koyarsak, ancak saldırganlık üreten bir kafa karışıklığıyla açıklanabilir. Bu durum dahi yazarın, ne kadar hakaret etse de, müvekkilin gazetecilik deneyiminin ve sahip olduğu etkinin ana muhalefet partisi başkanına da muhalefet edebilecek düzeyde ve yeterlilikte olduğu gerçeğine bilinçaltında teslim olduğunu göstermektedir.

Gazetecilik zor bir meslektir. Gerçeğin açığa çıkarılması, bunun haber yapılması, haberin kamuoyuna sunulması için hem yetkinliklere hem de cesarete ihtiyaç vardır. Mahmut Övür bu yetkinliğe ve cesarete sahip değerli gazetecilerden biridir. Elbette bu özelliklere sahip olmak hevesinde olup da gerçekte olmayanların yapabileceği tek şey saldırganlık ve karalama olmaktadır. Oray Eğin gerçeğe aykırı içerik ve üslubunda basitlik taşıyan yazdıklarıyla tam da bunu yapmaktadır. Bu nedenle de birçok kez hukuki yaptırımla karşılaşmıştır.

Oray Eğin bilmelidir ki hukuk keyfiliğin, saldırganlığın önlenmesi ve bu tip özelliklere sahip kişilerin terbiye edilmesi için vardır. Er ya da geç Oray Eğin de hukuk yoluyla terbiye olacaktır. Oray Eğin, kendi deyimiyle yaptığı bu kirli gazeteciliğin hesabını hukuk önünde verecektir. Buna kimsenin şüphesi olmasın.

Kamuoyunun bilgisine saygıyla sunulur.

Mahmut Övür Vekilleri
Avukat Mehmet Uçum - Avukat Tolgay Güvercin

Öfke bastırmanın yolu ?

'Öfke bastırmanın yolu İslamiyet'te'

'Öfke bastırmanın yolu İslamiyet'te'
Etiler cinayetinde 'uyuşturucu etkisi' bulunduğu tahmini yapan Psikiyatrist Prof. Dr. Arif Verimli'den insanların şiddete yol açmaması için öneriler...

"Öfkeyi bastırmanın bir yolu da İslamiyetteki davranış öğretilerini örnek almak."

Bu haftaki konuğumuz psikiyatrist Prof. Dr. Arif Verimli. Verimli ile Türkiye'nin gündemindeki cinayetler ve bu çerçevede şiddet olaylarını konuştuk.

- Hocam ne oluyor bize? Nedir bu artan şiddetin altında yatan sebep?

Yeni bir şey olmuyor aslında. Çünkü şiddet insanlık tarihi boyunca hep vardı. Heredot tarihini okuyanlar bilir, inanılmaz şeyler vardır. Son zamanlarda olanları anlayabilmek için birkaç perspektiften bakmak lazım.

- Ama kaç ülkede bizde olan şiddetin benzeri yaşanıyor? Münevver Karabulut cinayeti... 6 yaşındaki çocuğun annesi tarafından ortadan kaldırılması!

Bakın, bunlar hep vardı. Bu insanlar daha önce köyde, kasabada idare ediliyordu. Bu insanlar kente göçmeye başlayınca kendilerini denetleyemez oldu. Kente gelince uyuşturucu buldular. Bu kişiler uyuşturucu kullanmayı bilmiyordu ki ama şimdi biliyorlar.

- Münevver'in katlinin bir numaralı zanlısı Cem Garipoğlu bu anlattıklarınızın hiçbirine uymuyor ama. 9 yaşından beri yabancı dil öğrenimi için birçok ülkeyi dolaşmış 6 dil bilen ve oldukça varlıklı olan bir ailenin çocuğu.

Öğretim görmüş olabilir, eğitim davranış eğitimidir. Dolayısıyla insan sıcak aile ortamında anneden, babadan yaşamayı öğrenir. Nasıl bir kimlik geliştireceğini anne ve babadan öğrenir. Eğer siz anne ve babadan uzakta tek başına yaşamış iseniz nasıl kimlik geliştireceğinizin kararını verememişsiniz demektir.

- Sizce onu bu hunharca cinayeti işlemeye teşvik eden neden ne olabilir?

Ben bu hadisenin açık bir bilinçle yapılabileceği kanaatinde değilim. İşin içinde bir maddenin karışma ihtimali yüksektir. Hatta çoğu insan uçuk, ayin filan gibi anlamsız farklı psikolojiler geliştirse bile gerçekdışı bir dünya oluşsa bile, suç yerinde madde etkisi olması çok yüksek.

- Böyle bir cinayeti işleyen normal olamaz herhalde, daha önce davranış bozukluğu göstermiş olması gerekmez mi?

İnsan öldürme davranışı, öldüren kişinin o an hangi psikolojinin etkisi altında ise onunla ilişkilidir. Bu anlık bir şey de olabilir. Cinayetin şekli de bunu gösteriyor. Ben işin içinde bir maddenin olduğuna kuvvetli bir ihtimal veriyorum.

- Uyuşturucu kullanıcısı diyorsunuz? Ben demiyorum şekil onu gösteriyor.

NORMALİMİZ YÜZDE 70'İ GEÇMEZ!

- "Yurdum insanı için bir akıl raporu verin" desem, ne olur cevabınız?


Türkiye'de yaşayan tamamen normal insan oranı yüzde 70'i geçmez ama bu yüzde 70; yüzde 15'i marjinal insanlar, yani toplum dışında kalan arızalar ve yüzde 15'i pozitif marjinallerle sanatçılar, yazarlar, çizerler, zenginler, varlıklılarla bir arada yaşamaya çalışıyor. Dolayısıyla o yüzde 70'in de ister istemez ruh sağlığı etkileniyor.

- Etkilenmede en önemli faktör ne?

Kesinlikle televizyoncular! Ellerinde kamera ile dolaşıyor, gazeteleri, dergileri araştırıyor ve yüzde 15'ten bir vakayı bulup, bunu yüzde 70'e seyrettiriyor. Sonra toplumda bir şeylerin kötüye gideceği gibi bir izlenim oluşuyor. İnsanlar hatalı bir anlayışa sürükleniyor. Oysa bunlar oransal anlamda tarih boyunca vardı, şimdi farkına varıyoruz.

- Ne yani yine suçlu biz, basın mensupları mı oldu?

Evet. Eskiden bu kadar televizyon kanalı yoktu. Haber ihtiyacı yoktu. Reyting yarışı yoktu. Oysa şimdi kıyasıya bir rekabet, haberi en çarpıcı ve en hızlı verme savaşı var. Sabah ayrı, öğlen ayrı, akşam ayrı şiddet içerikli haberleri izleyince ondan sonra da "Hocam ne oluyor bize?" diye soruyorsunuz. Farklı bir şey olduğu yok aslında. Durmadan bunları izleyince travma geçiriyoruz ve daha çok hata yapmaya başlıyoruz.

- Haber yapmayalım mı? Açıkça söylemem gerekirse, haber niteliği taşıyacak her şeyi getirip haber olarak verirsek, yanlış olur.

- Sizin evde bu haberler izlenmez mi?

İzlenmez ve konuşulmaz. Biz aile olarak kendimizi konuşuruz.

- Münevver olayı da mı?

İnanın hiç konuşulmadı. Ben zaten televizyonlarda katıldığım programlarda yeterince konuşuyorum. Bir de çocuklarımla, eşimle bu olayın kritiğini yapmak istemem şahsen. Yorucu ve sinir bozucu çünkü.

NEFSİME HAKİM OLUYORUM

- Siz öfkeli misinizdir?


Asla.

- Öfkenizi oruç tutarak mı kontrol ediyorsunuz?

Sayılır. Yöntem bu tamamen. Nefsime hakim oluyorum. Emin olun. Evde ne eşime, ne çocuklarıma öfkelenirim ne de işyerimde çalışanlarıma.

- Ya trafikte? Son derece sakinimdir. Mesela geçen hafta yolda bir sürücü hatalı olmasına karşın geri geri gitmiyor. Bakışları kötü. Ben selam verip çıktım sokaktan. Oğlum, "Yol bizim hakkımızdı" diye itiraz etti. Dedim ki; 'Onun belki yok ama benim hayatta kaybetmek istemediğim şeyler var oğlum.'

- Öfke nasıl bastırılır?

Tek şey duyguları ağızla ifade edebilecek bir bilgi birikime ulaşmaktır.

- Küfür rahatlatır mı?

Rahatlatmaz, öfkeyi boşaltır. Öfkeyi bastırmanın bir yolu var. İslamiyetteki davranış öğretilerini örnek almak yeterlidir. Oruç tutmanın manası nedir? 'Nefsine hâkim olmayı buyurur' değil mi? Yani kendine söz geçirmeyi, öfkeni kontrol etmeni ister. Demek ki, yılın 12 ayı oruç tutar gibi ruh halinde olmamız yeterlidir. İşte size basit bir yöntem.

GENÇLER UYUŞTURUCUYA İTİLİYOR

- Uyuşturucu kullanımında ülke olarak hangi seviyedeyiz?


İnanılmaz seviyede. Uyuşturucuda Türkiye'nin hedef ülke haline gelmesi gençlerin büyük kısmını madde kullanmaya itiyor. Bugün bu oran, lise 2 seviyesinde yüzde 12'lerdedir. Bu 1990'larda yüzde 6 idi. Yani yüzde yüz artış var.

- Ne yapmamız gerekiyor? Bu çok sinsi problemdir. En büyük sorumluluk ailelere düşüyor. Çocuğunu uyuşturucudan uzak tutmak için sarıp sarmalayacak. Başka çaresi de yok!

SEVİLAY YÜKSELİR - SABAH

MÜNEVVER KARABULUT ETİLER CİNAYETİNDE 'SATANİST AYİN' ŞÜPHESİ ARTIYOR

Etiler’de bir çöp konteynerinde bulunan 18 yaşındaki Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili yürütülen soruşturmaya yeni bir boyut eklendi.

6 arkadaşından daha kan örneği alındı. Böylece Cem’in kan örneği alınan arkadaşlarının sayısı 10 oldu. Bu da Münevver’in babasının ‘Kızım satanist ayinde öldürüldü’ iddiasını tekrar gündeme getirdi.
İstanbul Bahçeşehir’de 3 Mart 2009 günü vahşi bir cinayete kurban giden ve kafasından ayrılan bedeni Etiler’de bir çöp konteynerinde bulunan 18 yaşındaki Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili yürütülen soruşturmaya yeni bir boyut eklendi. Adli Tıp Kurumu’nca hazırlanan otopsi raporunda “Karabulut’un cesedinde başka kişilere ait olduğu belirlenen doku ve tükürük örneklerinin bulunduğu” bilgisinin yer alması üzerine Cem Garipoğlu’nun yakın arkadaşları takibe alınmıştı. Geçtiğimiz günlerde üçü okuldan, biri okul dışından olmak üzere 4 yakın arkadaşından kan örneği alındı. Aynı zamanda adli kontrol altında tutulan bu kişilere yurt dışına çıkış yasağı konuldu.

Yurtdışı yasağı kondu

Soruşturmanın devamında İstanbul Cumhuriyet Savcısı’nın talebi doğrultusunda elde edilen belge ve bulgular üzerine Garipoğlu’nun 6 yakın arkadaşı daha kan örneklerinin alınması için Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Mahkeme kararı ile adli kontrol altına alınan bu kişilere de yurt dışına çıkış yasağı getirildi. İsmi açıklanmayan bu kişilerden alınan örnekler Adli Tıp Biyoloji İhtisas Laboratuvarı’nda incelenerek DNA’ları ceset üzerinde bulunan DNA örnekleriyle karşılaştırılacak ve cinayete karışıp karışmadığı araştırılacak. İncelemeler tamamlanıncaya kadar bu kişilerin adli kontrol altında tutulmasına karar verildi. Buna göre, her gün ikamet ettikleri yerdeki polis merkezine giderek adli kontrol defterine imza atacaklar. Ayrıca yurt dışına çıkmaları da yasaklandı.

‘Cem satanist sitelere üye’

Münevver Karabulut cinayeti soruşturmasında kan örneği alınan şüphelilerin sayısının 10’u bulması, baba Süreyya Karabulut tarafından dile getirilen ‘satanist cinayeti’ iddiasını güçlendirdi. İlk günden beri kızının bir ayin sırasında öldürüldüğü iddiasını dile getiren baba Karabulut, önceki gün yaptığı açıklamada “Başından beri Cem Garipoğlu denen vatandaşın bu cinayeti tek başına işlemediğini söyledim” demişti. Kızının satanist bir cinayet sonrası öldürüldüğü konusundaki iddiasında ısrarlı olduğunu belirten baba Karabulut, şunları söylemişti: “Bu cinayet birinci aşamada satanist cinayeti olarak gözüküyor. İkinci olarak da kızım Garipoğlu Ailesi’nin bir sırrını öğrendi. Benim kızıma tezgah kurarak o eve götürdüler. Daha sonra da gözlerini kapatarak körebe oynadılar. Kızımı o evde katlettiler. Garipoğlu Ailesi olayın böyle büyüyeceğini tahmin etselerdi delilleri karartmak için o evi de yakardı. Benim satanist cinayetinde ısrar etmemin nedenlerinden biri de Cem Garipoğlu ve ağabeyi Levent Garipoğlu’nun internette satanist sitelere üye olmalarıdır. O sitelerde merakımdan gezindim. Vahşice cinayetler vardı. Bu kişiler bu sitelerden etkilenerek kızımı öldürdüler”

Boynunda ters ‘V’ şeklinde kesik var

Adli Tıp Kurumu tarafından hazırlanan otopsi raporunda Karabulut’un bedeninden ayrılmış kafası ve vücudunda yapılan incelemeler anlatıldı. Münevver’in başında yapılan incelemede, sol kaşının morardığı, alnının ortasında uzunlukları 0.5 cm ile 0.8 cm arasında 3 adet kesik olduğu belirlendi. Yine kafanın saçlı bölümünde de 7 adet olmak üzere toplam 13 adet kesik özellikte yara tespit edildi. Boyunda tarif edilen kesinin hemen sağ alt kenarından başlayıp, üst uçta birleşen, aşağı doğru “V” harfi şeklinde uzanan iki kesik ile göbeğin hemen altında bulunan 20-25 santim uzunluğundaki 4 hat halinde kesik vasıfta yara olduğu belirtildi. Sağ el 3. parmağın eklem kökünde ve sol el 2. parmağı ile her iki bileğinin üst kısmında, sağ el bileği dış yüzeyi ile sol el bileği sırtında kesik yaraları olduğu saptandı.

VATAN

Org. Başbuğ Amerikaya neden gitti?

Org. Başbuğ neden ABD'ye gitti?
Orgeneral Başbuğ'un Amerika ziyaretiyle ilgili ayrıntılar belli olmadı ama pek tartışılmayan CSIS'ın Türkiye raporu ve diğer gelişmeler ipucu verebilir.

Başbuğ'un Amerika ziyaretini nasıl okumalı?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ resmî bir ziyaret gerçekleştiriyor ABD'ye. Başbuğ, 30 Mayıs-3 Haziran tarihleri arasında ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral Michael Mullen ve Pentagon yetkilileriyle bir araya gelecek. Ayrıca, Türk Amerikan Konseyi toplantısına Mullen'la birlikte katılarak.

En son 2005'te, genelkurmay ikinci başkanı sıfatıyla ABD'yi ziyaret etmişti Başbuğ. Dört yıl aradan sonra bu kez genelkurmay başkanı olarak 'önemli' temaslarda bulunacak Washington'da. Kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmadığı için ajandasında neler olduğunu bilmiyoruz. Ancak kamuoyuna yansıyan bilgiler Başbuğ'un Amerikalı muhataplarıyla, iki ülke arasındaki ilişkilerin önümüzdeki dönemde nasıl seyredeceği hususunda görüş alışverişinde bulunacağını gösteriyor.

Şüphesiz burada altı çizilmesi gereken bir husus var. Modern dönemde bağımsız iki devlet arasındaki ilişkilerin ana çerçevesini genelde hükümetler ve devlet başkanları belirler, bürokratlar da bu temel stratejiyi uygulamaya çalışır. Demokratik ve çağdaş rejimler açısından bu kural hayatî öneme sahiptir. İstisnai durumlar söz konusu olmaz, olamaz. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin tarihî seyrine bu açıdan bakıldığında söz konusu kuralın çoğu zaman ihlal edildiğini söyleyebiliriz. Özellikle de Soğuk Savaş döneminde.

Biliyorsunuz Türkiye 1952'de NATO üyesi olarak devletin bekâsını ve güvenliğini güvence altına almaya çalıştı. Bu tarihten itibaren Sovyet yayılmacılığına karşı Batı Avrupa'nın güneydoğu kanadını koruyan bir karakol hüviyetine büründü. Bu görev her ne kadar Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin sağlam bir zemine oturmasını sağlasa da bazı önemli sorunların çözüme kavuşmasını da engelledi. Bunlardan en önemlisi tabii ki iki ülke arasındaki ilişkilerin ana eksenini askerlerin belirlemesi ve bunun sonucu olarak da Türkiye'deki demokrasinin her on yılda bir askerî darbelerle kesintiye uğramasına Washington'ın göz yummasıdır.

1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Soğuk Savaş'ın bitmesiyle bu dönem kapandı. Ancak eski alışkanlıklar bir süre daha devam etti. Sanırım bu konuda verilebilecek en güzel örnek 28 Şubat sürecidir. Türkiye, 1993'te merhum Turgut Özal'ın vefatıyla başlayan ve AK Parti'nin 3 Kasım 2002 tarihinde iktidara gelmesiyle yaklaşık 10 yıl süren bu dönemde, çevresinde olup biten gelişmelere bigâne kalarak içine kapanmayı tercih etti. Zayıf koalisyon hükümetleriyle yönetilen Türkiye, tarihin altın tepside sunduğu fırsatları da görmezden geldi. ABD ile ilişkiler de Özal döneminde olduğu gibi yakın bir ilişki içinde olmadı, genelde askerler üzerinden yürütülen temaslarla sınırlı kaldı.

Bu süreç 2000'lerden itibaren köklü değişime uğradı. Kasım 2000'de George W. Bush ABD'nin 43. başkanı seçildi. Ardından 11 Eylül 2001 tarihinde New York'taki İkiz Kulelere terör saldırıları düzenlendi. 3 Kasım 2002'de de Türkiye'de genel seçimler yapıldı ve AK Parti tek başına iktidar oldu. Bu gelişmeler hem ABD'de hem de Türkiye'de önemli siyasî değişiklikler meydana getirdi. Farklı bir zemine oturan Türk-Amerikan ilişkilerinin seyrini artık askerler değil sivil politikacılar belirlemeye başladı. 1 Mart 2003 tarihinde TBMM, Irak'ı işgal etmeye hazırlanan Amerikan askerlerinin Anadolu topraklarını kullanmasına imkân veren yasal değişikliği kabul etmeyerek bu yeni zeminin parametrelerini de belirlemiş oldu.

O tarihten bu yana Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler sivil siyasetçilerin belirlediği ana çerçeve üzerinden yürütülüyor. Askerler de bu temel stratejiyi esas alarak kendi ilgi alanlarına giren konulardaki görüşlerini bağlı oldukları hükümetlere ileterek üzerlerine düşen vazifeleri yerine getiriyor. Bu noktada sorulması gereken kritik soru şu: "Orgeneral Başbuğ'un Washington ziyareti bu süreçte ne anlama geliyor?" Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle Ocak 2009 tarihinden itibaren Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin seyrini etkileme potansiyeline sahip bazı gelişmeleri zikretmek ve bunlar arasındaki sebep-sonuç ilişkisini irdelemek gerekiyor.

Hem Türkiye hem de dünya için en önemli gelişme Barack Obama'nın ABD'de başkan seçilmesiydi. Kasım ayında 44. başkan seçilen Obama, 20 Ocak'ta işbaşı yaptı. Gerek seçim kampanyası sırasında gerekse göreve geldikten sonra Bush döneminde yıpranan Amerikan değerlerini tamir etmeye yönelik politikalara yöneleceğinin sinyallerini vermesi; konuşmalarında sık sık demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi temel kavramlara vurgu yapması Washington'ın bundan sonra izleyeceği politikalar hakkında yeteri kadar ipucu veriyordu. Hemen her ülke Obama'yı dikkatle takip etti ve ona göre pozisyon belirlemeye başladı.

Türkiye de onlardan biriydi. Hükümet, diplomasi alanında yetkin en önemli isimlerini ABD'ye göndererek yeni yönetime Türkiye'nin duruşuyla ilgili bilgiler verdi. Görüşmeler neticesinde Obama tarihî bir karar aldı ve 6 Nisan'da Türkiye'ye ziyaret edeceğini açıkladı. Bu sırada Başbakan Erdoğan 29 Ocak'ta Davos'ta yapılan bir panelde, diplomatik nezaketi aşan bir üslupla konuşan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'e sert bir cevap verdi. Tarihe 'One Minute' olarak geçen bu hadise Türkiye'nin son yedi yılda devletler nezdinde kazandığı teveccühün bu kez bölgedeki insanlara da sirayet etmesini sağladı. Böylece, Türkiye'nin bölgesel bir aktör olduğu ve çevresindeki problem alanlarıyla yakından ilgilendiği tescillenmiş oldu.

Ancak bu tarihten itibaren devranın farklı bir zeminde dönmeye başladığının emareleri çıktı ortaya. Şubat ayından itibaren Türkiye 29 Mart'taki yerel seçimlere kilitlenirken bu gelişmeler yeteri kadar tartışılmadı. Onlardan biri seçimlerden bir gün sonra, yani 30 Mart'ta yayımlanan bir rapordu. Washington'ın etkili düşünce kuruluşlarından Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi'nin (CSIS) yayımladığı raporun özünde şu vardı: "Genelkurmay'ın siyasî rolünün artması Türk-Amerikan ittifakını bitirmez." Türkiye'den SAREM ve TEPAV gibi düşünce kuruluşlarının verdiği destekle hazırlanan raporda Obama yönetimine tavsiyelerde bulunuluyor, onların da tıpkı eski Amerikan yönetimleri gibi Türkiye ile ilişkileri 'askerler' üzerinden kurmalarının yararlı olacağı görüşü dile getiriliyordu. Yani, AK Parti döneminde siviller üzerinden işleyen mekanizma bitirilmeli, bunun yerine askerlerin belirleyeceği yeni yol haritası benimsenmeliydi. Böyle bir değişiklik iki ülke arasındaki ittifak ilişkilerini asla zedelemezdi.

CSIS'ın raporu Washington ve Ankara'da ne kadar karşılık buldu bilemeyiz. Ancak Obama'nın Türkiye ziyaretinden bir hafta önce neşredilmesi oldukça manidardı. Nitekim nisan ayında peş peşe yaşanan bazı gelişmeler, mezkûr raporun 'öylesine' yayımlanmadığını da gösterdi. 6 Nisan'da Türkiye'ye gelen Obama, Ankara'da önemli temaslarda bulundu. Meclis'te tarihî bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı dinleyenler arasında İlker Başbuğ ile kuvvet komutanları da vardı. Askerler, 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan genel seçimlerde milletvekili seçilen DTP'lileri protesto etmek için Meclis'e gelmiyorlardı. Öyle ki, Meclis'in yeni yasama yılının açış konuşması yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü dinlemek için de TBMM'ye gelmemişlerdi.

Askerler uyguladıkları bu ambargoyu 6 Nisan'da Obama için kaldırdılar. Ancak istifhamlar da zihinleri kurcalamadı değil. Acaba askerlerin Meclis'e gelmesi ambargonun kalktığı anlamına mı geliyordu? Yoksa bu ziyaret Obama'ya verilen bir mesaj niteliği mi taşıyordu? Galiba ikincisi daha ağır basıyordu; çünkü 14 Nisan'da Harp Akademileri'nde konuşan Başbuğ, tam 5 kez Obama'ya atıf yaparak bu niyetini ortaya koymuş oldu. İşin doğrusu CSIS raporu İlker Başbuğ'a da bir meşruiyet alanı açtı. Ne de olsa Washington'ın nabzını tutan isimlerin kaleme aldığı rapor, bundan sonraki süreçte iki ülke arasındaki ilişkilerin askerler üzerinden sürdürülmesinin Türk demokrasisine zarar vermeyeceğini, Genelkurmay'ın siyasî rolünün artmasının Türk-Amerikan ittifakını bitirmeyeceğini söylüyordu. Başbuğ da aynı kanaatte olmalı ki 14 Nisan'daki konuşmasında sık sık Obama'ya atıfta bulunarak böyle bir ilişki için zeminin müsait olduğu izlenimi verdi.

Aslında Başbuğ'un ABD'ye mesaj verirken bir başka yöntemi daha denediği de bu konuşmanın muhtevası dikkatle okunduğunda anlaşıldı. Genelkurmay Başkanı, kendi asli vazifesinin dışında yer alan hemen her konuya değindi. Sivil-asker ilişkileri, laiklik ve terör ana başlıkları altında sosyal değişimler ve toplumsal dönüşümlerden bahsetti; devletin amaç ve görevlerini sıraladı; ulus devletlerin niteliğinden söz etti; din ve tarih konusunda sosyolojik değerlendirmelerde bulundu. Türk-Amerikan ilişkilerini yakından ilgilendiren ve askerin esas görev alanı olan güvenlik meselelerine ise değinmedi. İran'ın nükleer silah peşinde koşması hakkında görüş beyan etmedi. ABD'nin Afganistan'a ek asker talebine nasıl karşılık verileceğini açıklamadı. Enerji güvenliği, NATO'nun yeni dönem misyonu, ABD'nin Irak'tan çekilmesi ile oluşacak güvenlik boşluğunun nasıl doldurulacağı gibi hususlarda ne düşündüğünü anlatmadı. Türkiye'yi yakından ilgilendiren Rus-Gürcü, Ermeni-Azeri, İsrail-Filistin ihtilaflarıyla ilgili olarak görüş beyan etmedi. Türkiye'nin bekâsını ilgilendiren tehdit değerlendirmesini PKK ile sınırlı tuttu. Kısacası, ABD'yi de yakından ilgilendiren bölgesel ve küresel pek çok meseleyle ilgili stratejik değerlendirme ve öngörülerde bulunmadı.

İlginçtir bu konuşmadan iki gün sonra (16 Nisan) eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt İstanbul'da önemli bir 'güvenlik' değerlendirmesi yaptı. ABD ve NATO'nun Türkiye'den sürekli asker istediğini, Türk Silahlı Kuvvetleri'ni bir asker deposu olarak gördüklerini söyledi. Bu çıkış, yeni dönemde ABD ile 'temas' kurmak isteyen askerler için pek de takdir edilecek bir analiz değildi. Gelen bu eleştiriler üzerine Başbuğ, Milli Güvenlik Toplantısı'ndan bir gün sonra, yani 29 Nisan'da medya mensuplarının karşısına geçti ve dış güvenlikle ilgili "sınırlı" açıklamalarda bulundu. Bu sırada ilginç bir çıkış da yaptı. "Madem siz sormuyorsunuz ben cevaplayayım." diyerek ABD Genelkurmay Başkanı Mullen ve Obama'nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General James Jones'la özel görüşmeler yaptığını açıkladı. Ardından da sanki Büyükanıt'a şu sözleriyle cevap verdi: "Türkiye'de bir şey var. İlla, birisi geldiği zaman Türkiye'den bir şey ister. Niçin böyle görüyoruz? Türkiye illa bir şey istenecek ülke midir? Bunu silelim artık. Benim görüştüğüm iki Amerikalının Türkiye'den ne Afganistan ne Irak'la ilgili hiçbir somut isteği olmamıştır."

Gazeteciler sormadığı halde Başbuğ'un Mullen'le 4 saat özel bir görüşme yaptığını açıklama ihtiyacı hissetmesinin sebebi pek anlaşılamadı. Türkiye'nin kendisinden sürekli bir şeyler istenen ülke olmadığını vurgulaması ne anlama geliyor acaba? Bu sorunun cevabı sanırım Başbuğ'un Mullen'le Ankara'da ve 6-7 Mayıs tarihlerinde Brüksel'de yaptığı görüşmelerde saklı. Tabii bir de Washington'da yapacağı temaslarda...

Başbuğ'un konuşmasından anlaşılıyor ki ABD'nin Türkiye'den herhangi bir talebi yok. Peki, genelde Türkiye'nin özelde de Başbuğ'un Washington'dan bir talebi olabilir mi? CSIS raporu bu konuda askerin talep edebilecek bir konumda olduğunu söylüyordu. Bu durumda, ikili ilişkilerdeki mütekabiliyet esası baz alındığında, Başbuğ'un sözlerinden askerin Amerikalılardan herhangi bir talepte bulunmayacağı anlamı çıkarılabilir mi?

Sanırım bu soruların cevaplarını Başbuğ'un temaslarından sonra yapacağı açıklamalara ve ortaya çıkacak gelişmelere bakarak öğrenebileceğiz.

MEHMET YILMAZ - ZAMAN

Adana da 9 AYLIK HAMİLE KADINI DÖVDÜLER

ADANA'da, sokak ortasında eşiyle kavga edenleri ayırmak isteyen 9 aylık hamile 32 yaşındaki Aliye Yıldız, kocasını bırakıp kendisine saldıranlarca sopa ve tekmelerle dövüldü. Aldığı darbelerle yaralanan kadın ambulans beklerken ve ambulansa binerken karnını tutup, "Dayan bebeğim, ne olur ölme, hastaneye az kaldı. Sana bir şey olursa ben yaşayamam" diyerek gözyaşı döktü.

Olay, dün saat 23.30 sıralarında Hurmalı Mahallesi 34017 sokak üzerinde meydana geldi. İddiaya göre, aralarında daha önceden husumet bulunan 45 yaşlarındaki Ahmet Bayram, çay ocağında çalışan 33 yaşındaki Metin Yıldız'ın evine gidip, "Baldızımı niye evine alıyorsun?" diyerek tartışmaya başladı. Kapı önünde başlayan tartışma, büyüyüp sokağa taşarak kavgaya dönüştü. Kavgaya Ahmet Bayram'ın yeğenleri de katıldı. Metin Yıldız, kavga sırasında iki koluna aldığı bıçak darbeleriyle yaralandı. Eşinin kavga ettiğini gören 9 aylık hamile Aliye Yıldız, sokağa çıkıp kavgayı ayırmaya çalıştı. Ahmet Bayram ve yeğenleri, kavgayı ayırmak isteyen Aliye Yıldız'a da sopayla ve tekmeyle vurmaya başladı. Karı- koca aldıkları darbelerle yaralanırken, Bayram ve yeğenleri kavganın ardından kaçarak kayıplara karıştı. Aldığı darbelerle gözyaşı döken hamile Aliye Yıldız, bağırarak çevredekilerden yardım istedi. Bu sırada çevrede toplanan vatandaşlar, polise ve 112 Acil Sağlık ekiplerine haber verdi. Kızı 10 yaşındaki Melek ve bir komşuları hamile kadını yere oturtup, güçlükle sakinleştirdi.

`BEBEĞİM NE OLUR ÖLME'

Sokak ortasında acıdan kıvranan hamile kadın, karnını tutup, bebeğine bir şey olup olmadığını kontrol etmeye çalıştı. Kaldırım üzerinde bir süre ambulansın gelmesini bekleyen Aliye Yıldız, "Bebeğim ne olur ölme. Sana bir şey olursa ben yaşayamam" diyerek gözyaşı döktü. Yıldız'ın kızı 10 yaşındaki Melek ve baba Metin Yıldız da, "İnsafsızlar hamile kadına bu yapılır mı?" diye tepki gösterdi. Bir süre sonra gelen sağlık ekipleri, Yıldız ve eşinin ilk kontrollerini olay yerinde yaptı. Aliye Yıldız, ambulansla bindirilirken, sedye üzerinde de sürekli karnını tutup, "Dayan bebeğim, hastaneye gidiyoruz, az kaldı" diye konuştu. Vücudunun çeşitli yerlerinde darp izleri olduğu, doğumuna birkaç gün kalan karnındaki bebeği ve kendisinin sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi. Kolundan yaralanan Metin Yıldız'ın da hayati tehlikesinin bulunmadığı bildirildi.

Olayla ilgili soruşturma başlatan polis, kavganın ardından kaçan 3 kişiyi yakalamak için çalışmalarını sürdürüyor.

DHA